O zamanlar çocukluk yıllarımızda gece 12 de televizyonlar istiklal marşı ile kapanır, sabah saat sekizde yeniden istiklal marşı ile yayına açılırdı, ama televizyon her evde yoktu.
Komşumuzun evinde bulunan televizyonun üzerine annelerimizin el emeği göz nuru ile işledikleri danteller konurdu ve onun yanında tavuklu bir çalar saat vardı. İçerisindeki tavuğun başı sürekli aşağı yukarı hareket ediyor, yanında da birkaç civciv yavrusu sabit bir şekilde duruyordu. O saati oturup saatlerce izlesem inanın doyamazdım.
Sonra Komşumuz o soğuk kış gecesinde yanan sobanın fırınına patates ve ayva koyardı, yanında ceviz, iğde, ay çekirdeği ortaya mendil diye tabir edilen, sofra bezini sererdi, biz annemiz hadi sizde alın değinceye kadar elimizi uzatmazdık o sofraya, hatta komşu Müyesser Teyze anneme bir keresinde kızmıştı, onlar çocuk neden böyle yapıyorsun? Rahat bırak onları diye.
Küçük delta marka bir radyomuz vardı, onunla annemiz ve babamız haber dinler, türkü dinlerdi bizde zaman zaman eşlik ederdik o türkülere, çoğu dilimize dolanan türküleri de radyodan öğrendik desek yeri var.
Bazen radyo tiyatrosu çıkardı, arkası yarınlar çıkardı, onları dinlerdik. Seslendirilen o tiyatroları gözümüzde canlandırırdık dinlerken, kısa da olsa çok güzeldi, o arkası yarınlar ve tiyatrolar. Bunların olmadığı zamanlarda ise annemiz bizlere o uzun kış gecelerinde masallar anlatırdı, annemizin anlattığı o masallar ile uykuya dalardık.
Bazen anlatılanlar rüyalarımızı süslerdi. Ne bulursak onu yerdik. Çok iyi hatırlıyorum sabah kahvaltısı mı? Yufka ekmek, sana yağı ve çay Afyonkarahisar’ın bazı yerlerinde şepit diye tabir edilir, yazın annemiz komşularımızla imece usulü bu ekmekleri sacın üzerinde pişirir yıl boyu bu ekmekleri ıslatarak her öğünde tüketirdik. Bazen yeşil soğan koyup içerisine biraz da tuz dürüm yapar yerdik.
Son derece doyurucu idi bu ekmekler, çarşı ekmeği derdik fırınlarda pişirilen ekmeklere, çok nadir de olsa ayda yılda bir alınırdı çarşı ekmeği o gün dünyalar bizim olurdu, çarşı ekmeği yiyeceğiz diye. Bir zeytini üç bilemedin dört defa ısırırdık kahvaltıda annemiz katık edin derdi, yani az az ısırın ekmekle yeğin derdi. Ben altı kardeşli bir ailenin ablamdan sonra, ikinci büyük çocuğuydum, tam altı çocuk hepimizin yaşları birbirine yakındı. Hep birlikte arkadaş gibi büyüdük. Soframızda bazen mercimekli Bulgur pilavı, ayran ya da kuru soğan olurdu. Bazen patates çorbası, bazen kuru fasulye, bazen yeşil soğan makarna, çok nadir de olsa pirinç pilavı, annemiz göce tarhanası yapardı yazdan, bazen göce tarhanası çorbası, bazen yeşil mercimek çorbası olurdu. Soframızda. Eti Sadece Kurban bayramlarında görürdük, çünkü fakirdik biz kurban kesemiyorduk, onu da sağ olsun komşularımız kesenler veriyordu bize.
Gelen etler fazla olunca annem kendi yöntemiyle, birazını kavurma yapıp bol bir şekilde hayvan yağının içerisinde kalacak şekilde kapaklı bakırlarda dondurarak muhafaza ederdi. Bazılarını da bolca tuzlayıp güneşte kuruturdu, şimdiki gibi derin dondurucular, buzdolapları o zaman çoğu yerde yoktu. O nedenle böyle olmak zorundaydı ve biz o güneşte kıtır kıtır kurutulmuş etleri ısırıp yerdik, çok hoşumuza giderdi, lezzetli ve besleyici idi.
Çocukluğumda, soframızda hiçbir zaman ikinci bir kap yemeğimiz olmadı, hep tek çeşit yemek olurdu. O tek çeşit yemeğin yanında soğan ya da ayran olurdu, salata zaten yoktu. Annem sofraya bir tabak koyduğunda birer ikişer kaşık aldığımız vakit tabak boşalıyordu, sonra aynı yemekten bir kap daha koyuyordu annem sofraya.
O zamanlar köy geçimini hayvancılık ile sağladığı için komşularımızın ve tanıdıklarımızın çoğunda büyükbaş hayvan yani inek ve camız tarzı hayvanları vardı. Bu hayvanlar yazın her gün köy sığırı denilen kalabalık bir sığır sürüsüne katılır, dağda otlatılır akşam köye geri getirilirdi. Her sığır ve hayvan kendi kalacağı evi kendiliğinden bilir ve oraya girerdi.
Yorumlar
Kalan Karakter: